Ulak
- Baran

- 25 Eyl 2021
- 8 dakikada okunur
İki tarafı sık ağaçlarla çevrelenmiş fakat gökyüzünün net görülebildiği, sonbahar yağmurlarının ıslattığı yarı taşlı yarı toprak geniş patikada sararmış yaprakları kâh çiğneyerek kâh yolun kenarlarına tekmeleyerek yol almaya uğraşıyordu. Önünde güneş henüz yeni doğuyor, bu yorgun ulak gece yarısı ona uzun süredir eşlik eden yük beygirini ağır yaraları sebebiyle geride bırakmışlığının zihnindeki ağırlığından, aydınlık sayesinde, kurtulmaya başlıyordu. Uzun süredir ne dinlenebilmiş ne de doğru dürüst bir yemek yemişti. Azığının büyük bir kısmını kahverengi beygirinin eyeriyle ve teçhizatının bir kısmıyla üzüle üzüle de olsa geride bırakmıştı. Yanına günler önce üstesinden güç bela gelebildiği haydutların dikkate şayan giyimli olanından aldığı demir fakat göründüğünden hafif palayı, kendi hançerini, içinde azığıyla bohçasını ve tabii haftalardır yeleğinin iç cebinde taşıdığı tuğralı mektubu almıştı. Birkaç saatlik yolu kaldığını hesap ettiği şimdi seher vaktiyle aydınlanmaya başlayarak soluk renkleri ortaya çıkan küçük köye ulaşabilirse, eğer buralarda hala öyle birileri varsa, hükümdara sadık bir dosttan yemek ve kalacak yer isteyecekti. Ulağın bedenide haftalardır geride bıraktığı tüm yolların yorgunluğu üzerine bir anda nüksetmişçesine bir dinginlik hali baş gösterdi. Fakat görevinin mahiyeti aklına geldikçe takatini toplayarak adımlarına devam ediyor ve bu dengesiz bataklığın içinde bata çıka yoluna devam ediyordu.
Bir tarafında ormanın seyrekleşerek uçurumlaştığı yolu takip ederken yolun diğer tarafında kalan köye vardığında buranın kısa zaman önce yağmalanmış olduğu veya terk edildiği gibi yaşadığı günler için olağan bir kanıya kapıldı. Bugünlerde örgütlenerek, silahlanıp dağa çıkan milislerin efsaneleri kulaktan kulağa dolaşırdı. Yürüdüğü yol bizzat köyün içine kıvrılarak ulağı köyün meydanına kadar götürdüğünden ulağın burada kervanların yollarına ara verdiğinde kervan sahiplerinin yatacak yer ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir han olabileceğini düşünmesi normaldi fakat görünürde buna benzer bir yapı göremedi. Patikayı takip ederken birbirine bitişik, içinde herhangi bir canlı olduğuna dair işaret göstermeyen, renkleri gibi duruşları da soluk bir düzine kerpiç evin önünden geçmişti. İnsanların evlerinde katledildiği veya açlıktan öldüğü korkunç manzaralarla karşılaşma çekincesi onu evlerin kapılarını çalmaktan uzak tutarken ağır ve yorgun adımlarla köyün meydanına vardı. Şimdi birkaç ev tam karşısında ve yolun devam ettiği yükseltide, birkaç ev de geçtiği yolun derinliklerinde görülebiliyordu. Bu aşağı yukarı 25 hanelik köyün mescidinin minaresi yükseltideki evlerin arkasında kalıyordu. Demek ki ya burası bu köyün çok eskiden kullandığı ve artık ihtiyaç duymadığı bir meydandı ya da köy ahalisi yavaş yavaş yükseltiye doğru taşınıyordu. Yolu takip etmeye devam etti. Yol meydanın ön tarafındaki evlerin sağ tarafından yükseliyor ve sola doğru o evleri geçerek ilerliyordu. Yol boyunca yanından geçtiği evlerden insan seslerini duydukça şükrediyor ve umutlanıyordu. Demek ki hakikatten köy halkı belki gelenleri daha iyi görebilmek veyahut başka bir amaçla yükseltiye taşınmıştı. Onu perde arkasından süzen gözleri hissediyor fakat dönüp bakmaya yeltenmese de merak ediyordu. Niçin kimse onunla konuşmaya çalışmıyordu? Köy ahalisi, onların çocukları neden şimdiden, güneş yükselmeden anne babalarıyla uçurumun altında kalan tımarlara günlük işler için gitmiyordu? Memleketin içinde bulunduğu bu sadakat krizi, yıllardır süren başıboşluk ve savaş ortamı insanları öylesine etkilemişti ki bu insanlar Allah’ın bir selamını çok mu görüyorlardı?
Sonunda mescidin önünde son günlerde iyi beslenemediği belli olan fakat duruşlarından esasen çiftçi oldukları anlaşılan birkaç orta-yaşlı adamla karşılaştı. Zihninden geçen tüm soruları bir anda sorabilmeyi ve içindeki tüm yükü boşaltabilmeyi diledi. Fakat memlekette, hele böyle zamanlarda tehlikeli bir yabancının soru sorması kabul görecek şey değildir. Ulak onlarla konuşmak istercesine adımlarını onlara çevirdiğinde, yüzlerine bakarak yürürken daha genç olan birinin diğer ikisine hararetle bir şey anlatmasından ve diğerlerinin büyük bir endişeyle dinleyişinden çoktan kendisinden bahsedilmeye başlandığını anladı. Artık konuşacak mesafeye kadar yaklaştığında ulağın yüzündeki henüz taze yaralardan, belinde taşıdığı demir paladan savaşın içinde yaşayan o askerlerden biri olduğu pek âlâ düşünülebilirdi. Bu düşünce köy ahalisini kökten dehşete düşürmüş olacak ki bu yabancı yoluna devam etmeden onlara doğru yaklaştıkça önündeki üç adamın bakışları yavrularını korumak isteyen bir hayvan tedirginliğiyle vahşileşti. En sonunda yaşça büyük olanlardan çelimsiz, dağınık uzun kara saçlı, beyaz tenli, seyrek sakallı olanı “Dur!” diye bağırdı.
-Ne sizinle savaşacak gücümüz ne size verecek malımız var. Bizim sizin savaşınızda yerimiz yok. Bizden uzak dur.
Ulak bu sözleri idrak ettikçe bu suçlayıcı ifadelerden, hedef gösterilmekten ne denli nefret etmekte olduğunu fark etti fakat bu mağrur durumda onları anlamak ve hatta kendini anlatmak zorundaydı. Bir dakikalığına sessiz kaldı. Belli ki ya başka milisler ya da birtakım haydutlar belki de bozguncular onlardan haraç alıyor, tehdit ediyor köye bu amaçlarla baskınlar düzenliyor kalan zamanlarda da bugün zannettikleri gibi etrafa tehditler savurup hasatlarını, eşyalarını toplayacak birini gönderiyorlardı. “Ben...” deyip kaldı. Sesi son nefesini veren bir kurdun hırıltısı gibi çıkmıştı. Boğazını temizleyip tekrar konuştu.
-Ben o bozgunculardan ya da milislerden değilim. Hükümdar adına yol alan bir ulağım heyhat.”
Sesindeki acınası tını ve içten içte hissedilen yardım çığlığı çiftçilerin yüreklerine dokunmuştu fakat bu buhran ve sonu gelmez savaş günlerinde hükümdardan bahsetmiş olmanın büyük bir gaf olduğunu ulak köylülerin bakışlarındaki güvensizlikte fark etti. Çünkü bu öyle bir zamandı ki herkesin başka bir hakanı var idi.
“Hangi hükümdar?” diye çıkıştı genç olan. Sesi bıkkın ve diğerleri gibi suçlayıcıydı. Belli ki bu belirsizlik memleketin yalnızca taşını toprağını değil, yiğidini de yormuştu.
-Bugünlerde herkes adına hutbe okutur be adam.
Bu kritik mahiyet taşıyan soruya vereceği cevap bu köyde geçireceği süre boyunca ulağın canına can katabilir veyahut canına mal olabilirdi. İşi, can havliyle de olsa, bu noktaya getiren ulak olduğundan yine düşüncelere dalarak sessizleşti. Açlık, yorgunluk, susuzluk kelimeleri bir araya getirmesini zorlaştırıyor ve bu durum gittikçe içinden çıkılmaz bir hale geliyordu. Bu sessizliği hem karşısındaki üç adam hem de artık yavaş yavaş etraflarına toplanmaya başlayan çoluklu çocuklu kimi meraklı kimi tehditkâr köy ahalisi anlayışla karşıladı. Ulağın doğru cevabı olmayan bu tehlikeli soruya cevap aradığı uzun saniyelerin sonunda cevabı heyecanla bekleyen kalabalıktan anaç bir ses yükseldi:
-Ne önemi var? Bırakın derdini deyüversun.
Kadının cümlesi bitmeden kalabalıktan hem onaylayıcı hem de reddedici sesler yükselmeye başladı. Birbirileriyle tartışmaya giren kimi korkulu, yorgun kimi mahcup fakat meraklı kimi kindar onlarca insan seslerini yükseltip köpürüp fokurdarken bu kalabalığın ortasında kara kaşlı kara gözlü, kavruk tenli bitkin ulak saatlerdir sonuna dek tükettiği gayretin son bulmasıyla yere yığılıverdi. Bu yığılma sanki bir patlama sesi gibi kalabalığın tüm sesini keserek bir anda dikkatleri tümüyle üstüne topladı ve kimsenin üzerine konuşmadığı fakat birbirini anladığı geleneksel bir misafirperverlik gayesiyle yüksek sesle yapılan tartışmaların tümü o gün için askıya alındı.
Az uyuyarak, az yiyerek kısa sürede aldığı uzun yolun yorgunluğunu akşama kadar baygın uyuyarak üzerinden atan Ulak kimi zaman uyandı ve kimi zaman uyandığını sandı. Bazen etrafına toplanmış onca adam görüyor fakat hemen hepsi kısa sürede onu terk ediyordu. Uyuduğu süre boyunca yarı hayal kurar yarı rüya görür şekilde yolda karşısına çıkmış haydut grubunun defalarca üstesinden geldi. Kimi zaman kaçtı, bazen kaçamadı. Fakat çoğunda hançerini birinin baldırına saplarken, öbürü demir palasıyla üzerine çullandığında ondan kaçamıyor ve nihayetinde, aynı gerçekte olduğu gibi, uzun süren bir boğuşmanın sonunda hançeriyle boğazını kesiyor. Tüm kan yüzüne sıçrıyordu. Sonra haydutlar çoğalıyordu üç, beş, on, yüz adamın elleri onu boğuyor boğuyor atını bıraktığı bataklıktan bozma taşlı yolda onu çamura buluyorlardı. Bu rüyalar içinde tek ortak yön palasını aldığı ve bazen onu öldüren deri miğferli, deri eldivenli, omuzlarına sardığı bir zincir zırh taşıyan, ancak boğazını keserek öldürebildiği gencin yüzünü hiçbir zaman tam seçemiyor, fakat her seferinde onu tanımaya çalışıyordu. Bu rüyalardan yavaş yavaş uyanmaya başlayıp çevresinde kimsenin olmadığı uzun saatler boyu bu genci düşündü. Tüm hatıralarında yüzü bulanıktı. Bu genç, uzun yıllar cenk meydanlarında bulunmuş ulağın öldürdüğü ne ilk adamdı ne de sonuncusu olacaktı. Fakat niçin onu bir türlü aklından çıkaramadığına anlam veremedi.
Kerpiç bir evin avlusunun üzeri evinkinden yüksek bir tavanla kaplandığı kısmında derme çatma bir döşekte kollarındaki sıyrıklar sarılmış halde bilinci iyice kendine geldiğinde o sırada içeri girmiş olan birine seslenmeye çalıştı. Çıkardığı garip seslerden bir şey anlaşılmamış olsa da yanına yaklaşanın, köyde ilk karşılaştığı diğerlerinden daha genç olan çiftçi olduğunu fark etti. Genç çiftçi ona su içirdi ardından ulak doğrudan atından bahsetmeye başladı:
-Geldiğim yol üzerinde, 6-7 saatlik yolda… Yaralı…
Genç çiftçi söylediklerinin devamını merakla beklerken yaralı olanların ekibinin geri kalanı olduğunu veya ailesi olduğunu düşünüyor fakat ulak kesintisiz konuşamıyor ve sürekli yutkunuyordu. Sonunda sakinleşip devam etti:
-Atım. Lütfen… Dedi neredeyse karşısındakinin ayaklarına kapanmak üzere olan birinin ses tonuyla.
-Akşam oldu.
Diye cevapladı, çiftçi. Ve üzgün gözlerle ulağa baktı:
-Çoktan ölmüştür. Sen kimsin?
Ulak atın ölmemiş olabileceğini düşündü. Yaraları ölümcül değildi, bacaklarında kesikler vardı o kadar. Çünkü at da haydutlarla ulak kadar boğuşmuştu. Atın ölmemiş olabileceğini, onunla çok uzun süre yol geldiğini, savaş atı olmadığını, yük beygiri olduğunu, at çok yorulduğu ve kanaması bir türlü durmadığı için onu bıraktığını anlatmak istedi. Ulak ata tekrar binip onunla hızlı yol almaya ihtiyacı olsa da böylesini düşünemiyor yalnızca o beygire vefa borcu olduğuna inanıyor bu yüzden kurtarılmasını istiyordu. İlerleyen dakikalar boyunca köyün erkeklerinden ulağın uyandığı haberini alan onu görmeye, sorular sormaya geldiğinde ulak elinden geldiğince soruları geçiştirerek, hükümdarla ilişkisini gizli tutmaya çalışarak giyindi arkasında endişeli gözler bırakarak avludan dışarı çıktı. Serin fakat yavaş bir rüzgâr saçlarını dalgalandırmaktayken kendini sabahkine kıyasla çok daha zinde hissettiğini fark etti. Bu fark ediş nihayetinde onu yola devam etmek ya da geride bıraktığı ve kendini borçlu hissettiği vefakâr beygirini aramak üzere geri dönmek arasında keskin bir çıkmaza soktu. Serin havanın ona iyi geleceğine ve her şeyin daha kolay olacağına inanarak eşyalarını toplayıp önüne çıkan herkese oldukça mahcup şekilde “Gitmeliyim mutlaka döneceğim.” Dedi ve geldiği yola doğru adımlayarak köyden ayrıldı. Yol boyunca tedirgin fakat kendinden emin olmaya çalışan bir edayla çıplaklaşan ağaçları ve onların hemen üzerinde kümelenen bulutları izleyerek yürüdü. Ay bazı bazı parlaklaşır ve mehtap tüm ormanı aydınlatırken kimi zaman gri bulutların arkasında kayboluyordu. Gece kendini gösterdikçe yürüyüşün şartları çetinleşiyor ve toprak sabahkine göre çok daha kuru olmasına rağmen soğuk hava ve rüzgâr kemiklerine işliyor eklemlerini ağrıtıyordu. Yürürken, uykulu halinin aksine, berrak bir şekilde öldürdüğü genci düşünmeye koyuldu. Diğerlerinden farklı, zengin ve mülk sahibi görüntüsü varlığının anımsanmasını kolaylaştırıyor hatta ulak kıyafetlerini çok net hatırlıyor fakat yüzünü bir türlü seçemiyordu. Bunları düşünürken bir yandan atı bulunduğuna onu alıp köye geri götüreceğini, onun sağlığından ve huzurundan emin olduktan sonra bulabilirse başka bir at ile şayet bulamazsa yayan şekilde yola devam etmeyi kendine tembihliyordu.
Dün gecekinden çok daha kısa sürede dün beygirinin eyerlerini çözüp onu özgürlüğüne ve belki de ölümüne kavuşturduğunu tahmin ettiği yere vardığında atın ve bıraktığı malzemelerin orada olmayışı bu serin sonbahar gecesinde uçuşan sarı yapraklar ve bulutlu gök ile birlikte trajik bir mekâna sahne olmaktaydı. Bu sahneyi ilk gördüğünde donup kalması bundandı. Ayrıca bu sırada, ilk defa, yol boyunca takip edilmiş olabileceği ihtimali içine bir kurt düşürdü. Bu konuda oldukça titiz ve dikkatli gelmiş, daima yol almak üzere ormanı tercih etmiş ancak haydutlarla karşılaşması olayından sonra yola dönerek ihtiyaçlarını tedarik etmek ve beygirini iyileştirebilmek adına bir yerleşim yeri bulmak için ormandan çıkmıştı. Şimdi eğer beygir kendi başına toparlanıp ormanın içine doğru yol aldıysa onu bulmak gerekirdi. Yine de bu beygirin üzerinden çıkardığı eyerin orada bulunmaması gerçeğini açıklamaya yetmiyordu ama bu ve buna benzer atın yoldan geri dönmüş olabileceği gibi tüm ihtimalleri yok sayarak içindeki garip dürtüye yenik düştü ve ayın iyice bulutların ardında kaldığı bu kuru, serin ve karanlık gecede tek başına ormanın içine daldı.
Yol arkadaşı beygir yokken ve bu yüzden hızlı hareket edemeyecek haldeyken orman her zamankinden daha korkutucu bir hal almıştı. Elinden geldiğince temkinli adımlar atarken baykuş sesleri, uzaktan duyulan kurt ulumaları gecenin ruh halinin ulağın içindeki ürpertide vuku bulmasına sebep oluyordu. Keşke mektubu ulaştırabilmiş olsaydım, diye düşündü. Ya da tüm bunlara hiçbir zaman gerek olmasaydı. Bazen önünde hışırtılar duyuyor gibi oluyordu fakat tüm sesler gibi bu hışırtılar da rüzgârın ve uçuşan yaprakların sesine karışıp kaybolmaktaydı. Bir anlığına rüzgâr kesildiğinde ve tüm sesler kesildiğinde sol tarafından, biraz uzaktan gelen hışırtıları rahatça duyabildi. O tarafa yönelmek konusunda hiçbir tereddüt yaşamadan yönünü sol tarafına çevirdi ve sesin peşine düştü. Biraz ilerledikten sonra da bir ateşin bir kamp alanını aydınlattığını hemen önünde gördü. Elini belindeki palanın kabzasına koyarak ateşe doğru yürüdü.
Devamında gelişen olayların tümü bir rüyaymışçasına hızlıca ve beklenmedik şekilde gerçekleşti. Ateşin önüne vardığı sırada orada kimsenin olmadığı fark etmesiyle karanlık bir cismin üzerine atlayarak onu yere sermesi bir oldu. Bu sürede yılların getirdiği alışkanlıkla palasını çekip üzerine atlayan adama yöneltmesi çok kısa sürmüş fakat o palasını savuramadan bir bıçak yeleğini delerek çoktan karaciğerine dek girmişti. Ulak şoka girmiş şekilde canhıraş adamı üzerinden atmaya uğraşırken adam sakince bıçağı ulağa girmiş şekilde bırakarak elinden palasını aldı ateşe doğru palayı incelemek üzere yürüdü.
“Bunu nereden çaldın?”
Diye sordu rüzgâra karşı direnmeye uğraşırken zaman zaman harlanan alevin yüzünü aydınlattığı omuzlarına dökülen kahverengi saçları rüzgârda dans eden korkunç uzun boylu haydutvari pusucu.
Bu sırada ulak çoktan ayaklanmış, ciğerindeki bıçağı çıkarak adamın üzerine doğru koşmaya hazırlanıyordu ki ancak çift elle kullanılabilecek uzun ve gümüş kabzalı bir kılıç arkasından kaburgalarını delip geçecek hiddetle soldan sağa doğru savruldu. Ulak yüzüstü yere düşerken kılıcı savuran saçsız ve sakallı, iri yarı diğer adam son darbeyi vurmak için karanlığın içinden çıktı ve kılıcı az önce yara alan yere ustaca saplayıp çıkardı. Sonra da ulağı sırtüstü çevirerek sanki eliyle koymuş gibi mektubu yeleğinin içinden çıkarttı ve ateşin başında dikilerek demir palaya hayretle bakan uzun boylu arkadaşına uzatır uzatmaz ulağın cesedini kamp alanlarından uzaklaştırmaya koyuldu.





Yorumlar