top of page
Ay Aşamaları

Günler Düşü - 08.04.2022 – Nahit, Turgut Özben, Bendeniz

  • Yazarın fotoğrafı: Baran
    Baran
  • 8 Nis 2022
  • 3 dakikada okunur

ree

Temposuz bir hayatın içindeki görece belirsiz oluşların, tempolu bir yaşamdaki daha belirgin olaylardan daha çok yankı uyandırdığını düşünürüm insanda. Manisa’da geçirdiğim yaklaşık iki hafta benim için oldukça yoğundu, hakikaten bir işim olduğu için ama kendime yapacak işler icat edip durduğum için. Doğrusunun bu olduğuna inandığımda manasız işler icat etmekte üzerime yoktur, eğer psikolojik olarak buna hazır değilsem kendime dayattığım bunca sorumluluk arasında kayboluşum da bundandır sanıyorum. Ankara’ya dönüşüm tempomu da yanımda taşıdı, döneli üçüncü günümdeyim ama şimdilik her şey yerli yerinde gözüküyor. Randevularım, arkadaşlarım, planlarım, sınavlarım, yazacaklarım; hepsi benim için ulaşılabilir hedefler olarak önümde duruyor. Bunun böyle olmasından memnunum, en temelinde sosyalleşmeye ihtiyacım olduğunu biliyorum. Yazmak, yazdıklarımı beğenmek, insanlarla vakit geçirmek, tanışmak, ilginç bulunmak, ilginç bulmak, kendimi konforlu hissettiğim arkadaşlıklarımı güçlendirmek, hepsine ihtiyacım var. O derin kuyularda taşlar altında ölecek değilim, kaderi delik deşik ederek yarattığım boşluklardan nefesler alacağım. Gökyüzünü sadece düşleyecek değilim, ona dokunacağım, bu inançtır. Fakat Manisa’ya gidişimden önceki ruh halim son zamanlarda yakamı bırakmayan o depresyonlarımın bir artçısıydı, bu inanca hiç riayetim yoktu, enerjim de yoktu.

Bugün ne değişti? Açık ki hiçbir şey. İnsan işte böyle kendine düşman bir varlıktır, kendine yeni hayaletler yaratıp durur. Eğer ne değişti sorusuna tatmin edici bir cevap verebilseydim şüphesiz bu inancın peşine takılmak benim için kolay olacaktı. Fakat bu derin sessizlik, işte beni korkutan bu. Bugün sessizliği, cevaplarımı, sorularımı düşündüm. Tüm bunları düşünmek bana Bulantı’yı hatırlattı. Dün gece Oğuz Atay’dan, postmodernizmden, Tutunamayalar’dan ve Bulantı’dan bahsettiğim bir sohbetim oldu. Her zamanki sohbetlerimden, yeni yeni tanıdığım bir sürü insanla konuştuğum o etkileyici fakat anlaşılmaz kelimeler vardı masada. Beni seven, bana saygı duyan, ilgilerine muhtaç hissettiğim fakat bir gün olsun halimi anlamaktan çok uzaktaki tüm o insanlar. Onlar benim insancıklarım. Bunun Bulantı’yla hiçbir ilgisi yok.

Bulantı’yla ilk tanışmam, zaten kıyılarında gezindiğim karanlığın içine düşüşümle sonuçlandı. Biricik yol arkadaşımın bana verdiği bu kitap beni bir farkındalığı keşfetmeye yönlendirirken öbür yandan ruhumda yaralar da açtı. Çünkü Bulantı’nın ne demek olduğunu çok uzun süredir biliyordum. Çok kısaca ve basitçe sonradan gelen farkındalık ve insanın bunun karşısında evrenin, oluşun duruluğu ve anlamsızlığı karşısında şaşıp kalması ve içine dönmesi şeklinde tanımlayabileceğim bu kavramı bu kitap ile tanışana kadar hiç tanımlamayı bile denememiştim. Anlaşılabilir olduğunu da düşünmemiştim. Bunu tabiatımın bir parçası olarak düşünmüştüm daima. Anlamsızlık karşısında düştüğüm hayret, bunun tüm yaşam motivasyonumu emişi… İşte tam böyle biriydim, bunu anlatmak beni anlatmak demekti diye düşünürdüm. Bulantı’yı okumak, bunu kavramsallaştırmak beni “böyle” bir insan olduğum düşüncesinden sıyırarak “bunları” yaşayan bir insan olduğum düşüncesine itti. Bunu şu şekilde daha açık anlatabilirim: Bu kitabı okumadan önce yaşamın anlamsızlığı karşısında hissettiğim tüm hislerin (şaşkınlık, korku, donup kalmak, motivasyonsuzluk, yalnızlığa kaçış) karakterimin bir parçası haline geldiğini düşünüyordum. Fakat şimdi bunun topyekûn “bulantı” adında bir his olduğunu ve bunun doğuştan değil belirli bir farkındalık sonrasında bünyeme yerleştiğini biliyorum. Bunu bilmek kendimi keşfimde bir dönüm noktası teşkil ediyor benim için. Ne değişti? Sorusunun cevabındaki sessizliğin sebebi; tabiatımın bulantı olduğuna ve sebepsiz yere, daima ona geri döneceğime dair bir izdi. Fakat şimdi değişen şey şudur ki bulantı benim tabiatım değil, bulantı dönem dönem içinde düştüğüm bir bataklık; bir his. İnsan tabiatını atlatamaz ama hislerini atlatabilir.


Dönüp baktığımda Tarık Buğra’nın Nahit’inin kader ve tabiat diye isimlendirdiği bu durum da bulantının bir benzeridir. Bulantı Oğuz Atay’ın Turgut’unun da düştüğü bir bataklıktır. Turgut Özben, Nahit ve ben aynı kişiler değiliz; tabiatlarımız apayrıdır. Sadece hepimiz hayatımızın bir döneminde Sartre’ı anladık. En sancılısı benimki değildi.

 
 
 

Yorumlar


  • Instagram
  • YouTube

©2020, twentyfourthskyart

bottom of page