Günler Düşü - 16.02.2022 – Rimbaud Hariç Her Şey
- Baran

- 16 Şub 2022
- 5 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 20 Şub 2022
Öncelikle bu yazı Rimbaud şiiri üzerine düşünürken çıktığım düşünsel bir yolculuğun safhalarını anlatmaktadır, oldukça karışık ve birbiriyle alakasız görünen bu konuların aynı bağlam etrafında toplanması garip biliyorum. Yazarken bunu bir günlük olarak mı, bir deneme olarak mı sonlandıracağımı merak edip durdum, ikisi de içime sinmedi. Ama madem hazır günlük yazmaya başladım, bu karmaşık yazıyı da Günler Düşü’nün bir parçası olarak yayımlamanın bir mahzuru yok. Yazı boyunca Rimbaud’dan dönem dönem koparak çeviri şiir, ikinci yeni, Homeros, benim şiirlerim, hümanizma, İlhan Berk, Melih Cevdet Anday ve Frankofon şiiri hakkında birçok şey düşünüyor ve dile getiriyorum, çoğu muzip. Ama hepsinin sonu Rimbaud’ya bağlanıyor.

Çiçekler, tanrılar, mermer, gezegenler, ölüler, İsa, güneş, haç… Görkemli binaların ardında kanlı cinayetler, Arthur Rimbaud. Kendimi onun hakkında konuşurken bulmak, bilmem bu bana bir türlü yakışmıyor. Kendimi bildim bileli çeviri şiirle aram yoktur; işin kötüsü Rimbaud, Mallarme, Baudelaire’i okumanın Fransızca bilmemem dolayısıyla benim için başka bir yolu da yoktur. Zaten imge şairlerini okumak için bir dili üstünkörü bilmenin yetmeyeceğine inanırım. İnanırım ki kelimelerin okuyucu zihninde yankılar uyandırmasının ön kabulü okuyucunun mevzu bahis kelimelerin sözlük anlamlarını, günlük konuşmadaki yerini, birlikte kullanıldığı veya yan yana kullanılamayacak kelimeleri özümsemesi gereklidir. Tüm bunların dışında İngilizce’nin (hem Britan hem Amerikan) şiirinde de henüz insan algısının sınırlarında gezinen bir şiiri tecrübe etmemiş sayılırım. Bu deneyim benim Türkçe dışındaki şiirle aramdaki duvarın en kalın surlarını örmüştür.
Üç büyük Fransız imgecisi öyle ya da böyle Türk Edebiyatı’nın önemli şairlerinin onlardan çokça etkilenmiş ve yararlanmış olması hasebiyle hayatıma girdiler. Belki de yılların getirdiği bir alışkanlıktan, maruz kalma etkisi, bu şiirleri içselleştirdim. Ve hep düşünürüm ki ben Rimbaud’u anlıyorsam, Cemal Süreya anlamamış. Melih Cevdet Anday’ın 95’de Cumhuriyet’te yayımlanan İmge Bolluğu isimli köşe yazısı, sanırım bana az önce Cemal Süreya için söylediğim bu cümlenin cesaretini vermiştir. İlhan Berk’i bu toplamın dışında tutarsak İkinci Yeni şairleri imgenin şiirde bir ruh halini yaratmak ve imgeler aracılığıyla ruh halini okuyucu zihninde canlandırmak bağlamını istisnai şiirler harici kaçırmıştır. Bu noktada İkinci Yeni’nin anlamsız bir şiirin peşinde olduğu görüşü savunulur genelde. Bu tümüyle etkilendikleri Fransız imgecilerinin şiir anlayışından çok uzak bir iddiadır hem, hem de o zaman şiire alışılmadık kelimeleri bir araya getirmekten başka ne denebilir ki?
Cemal Süreya’nın Elma isimli şiirini düşünelim, şiirin arkasında “sakladığı” “gerçek” binlerce yıldır insanlar arasında anlatılagelen “günah” metaforundan başka bir şey değildir. Şiirin son dizesi de mahlasından attığı harfi konuyla ilişkilendirerek şiiri noktalar. Demek ki Süreya da bir şeyler anlatmak peşindedir ki öyleyse “bir şeyler anlatmamak, anlaşılmamak” kaygıları ikinci yeni savunucularının günü gelince arkasına saklanıp, günü gelince hiç yokmuş gibi davrandıkları bir bahaneden ibaret. Benzer örnek ve çelişkileri Ece Ayhan’da, Turgut Uyar’da da bulmak mümkün. Ama şairler nihayetinde bilim adamı ya da kanaat önderi olmadıklarından bir şiiri ve şiir anlayışını böyle keskin sınırlarla eleştirmek hem bu şairlere haksızlık hem de eşyanın tabiatıyla kavga etmek olur. Ben Rimbaud’u anlıyorsam, Cemal Süreya anlamamış cümlesindeki Cemal Süreya bugün hala Türk Edebiyatında hakim görüş olarak varlığına devam eden neo-ikinci yeni paradigmasıdır. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini noktalamak üzere olduğumuz bu yıllarda saygınlığı kabul edilen güncel edebiyat dergilerinde karşılaşıp durduğum bu durum yaklaşık 30 yıl önce Melih Cevdet tarafından çoktan tespit edilmiş:
“…Dostum Mehmet H. Doğan’ın hazırladığı 1993 Şiir Yıllığı’nı okurken (Adam Yayıncılık) bunun ilginç örnekleriyle karşılaştım. İşte gelişigüzel bir parça:
Bir attım ben çok zaman önce, kartalların çığlıkları
Vadileri boğarken ve yarı açılmış sandukasında gecenin
Bakirelerin gözyaşlarına parçalanmış gerdanlık
Ne çok yaraşırdı size, uzun gölgenizin
Ve savrulan saçlarınızın içinden geçerken karanlık
Gökyüzünü iki yarım küreye biçen kılıcınızla
Takımyıldızlarının arasında ilerleyen
Bir attım ben, ikiz güneşlerin parladığı yerlerde
Yalnız patikasında Samanyolunun
Ama…
Kimse bilmiyor artık nereye gittiğimi.
Okuduğumuz bir şiirin güzelliğine varabilmek için çaba harcamamız gerektiğini bilirim; bir kez okumakla kalmam, alt anlamları çözmeye, bütünü kavramaya, yapıyı ortaya çıkarmaya çalışırım. Bu okuma yönetimini, yukardaki örnek için de tümüyle uyguladım, ama sonunda, başımın dönmesiyle yetmek zorunda kaldım: At, kartal çığlıkları, gecenin yarı açılmış sandukası, bakirelerin gözyaşları ve bu gözyaşlarından parçalanmış gerdanlık, savrulan saçlara, ikiz güneşlere, Samanyolu’nun patikasına karıştı; hayır, karışmadı, tümü tek tek ve birbirine yabancı, soru imleriyle donanarak, hiçbir bütüne, hiçbir yapıya yardımcı olmadan kalakaldılar.
Uzak çağrışımlı imgenin tek başına şiiri yoktur, olamaz kanısındayımdır ben; hele bu tür imgelerin birbiri ardına sıralanması sadece baş dönmesi verir…”
Melih Cevdet Anday, 1995; Cumhuriyet
Tabii MCA’nın bir şiiri kurmak gerektiği inancı bu eleştirinin temelini oluşturur, yoksa uzak çağrışımlı imgenin de tek başına şiiri vardır. (bkz: İlhan Berk – Kuşların Doğum Gününde Olacağım) Yazarın eleştirilerini haklı bulduğumu itiraf etmekle beraber kaçırdığı nokta, şiirin bir şey anlatıp anlatmama tercihinin şaire kaldığıdır. MCA örneğin, Baudelaire’i de kendisi gibi bir Homeros geleneğine mensup bir ozan olarak görür ve nihayetinde hepsinin şiirinde bir anlatı ve belki daha önemlisi kurgu mevcuttur. Fakat şair, İlhan Berk gibi “dili serbest bırakmayı” da tercih edebilir, dilin sıfır noktasından başlayarak hiçbir şey anlatmayan bir şiir anlamsız bir şiir değil çokanlamlı bir şiirdir. Sonuçta bu iki ayrı şiir görüşü -ben, İlhan Berk (İlhan Berk’in aynı takımda olup ikinci yeniyi eleştirdiğimizden haberi yoktur) vs. MCA, Homeros ve Baudelaire- ikinci yeninin imgeyi bir amaç olarak yanılgı içinde kullandığı noktasında buluşur.
Uzun ve karmaşık Türk Edebiyatı tahlilinden sonra, Rimbaud’ya dönelim. Şüphesiz ki İlhan Berk şiirinin tarih ve mitolojiyle ilgili olan kısmı büyük oranda Rimbaud’dan gelmektedir. Örneğin Rimbaud’nun bugün bu konu hakkında yazma ateşimi harlayan, birçok şiir gibi ilk okuduğumda çok beğenip art arda okuduğum fakat yıllar içinde varlığını unuttuğum şiirlerden biri olan, Güneş ve Ten şiirine göz atalım. Şiir Hristiyanlığı günün yaygın ve kısıtlayıcı hâkim görüşü ile özdeşleştirir. İhtimal ki şiirde haç, öbür tanrı gibi metaforlarla karşımıza çıkan Hristiyanlık hem gerçekten dini hem şiir çevrelerine hâkim görüşü temsil ediyor olabilir. Öbür yandan bunun tam karşısında duran özgürlükçü yapı hümanizmanın ta kendisidir. Şiirde hümanizma; yaşamın ocağı Güneş, gelinlik bir kız, tanrısal aşk, kadınsal ten, Venüs, Pan, okyanus, cıvıldayan kuşlar, Bereket ana, özgürlük, kurtarıcı ve şiirin her dizesinden taşan onlarca farklı formda karşımıza çıkar. Bu antik çağ güzellemeleri şiirde öyle bir hal alır ki geçmişin düşmanları bile güzellemelerden nasibini alır. Örneğin şiirde Hades’ten,
“…Yeraltındaki tanrı, yeryüzüne çıkınca
Tutsaklığın düşmanı, tüm korkulardan uzak
Düşünce, zincirleri kırmaya başlasın, bak
Çivisini çakacak göklerin her katına
Son verecek Tanrının göksel saltanatına…”
Dizelerinde olduğu gibi ortaya çıkmasıyla oluşturduğu kötülük bizi bir arada tutacak ve kurtuluşa götürecek şanlı kötü adam olarak bahsedilir. Tabii sadece Rimbaud değil, Mallarme ve Baudelaire’de de aynı hümanizma etkisini görmek mümkündür. Zaten hatırlarsanız Homeros, MCA ve Baudelaire aynı takımdaydılar. Dolaylı olarak bu Frankofon üçlünün hümanizması gelip benim şiirime de yerleşmiş, nihayetinde sanıyorum son bir-iki yıldır yazdığım tüm şiirler insanın tanrılar karşısında var olma savaşını 21. Yüzyıl’da da devam ettirmiştir. Belki de İlhan Berk’i yalnız bırakıp karşı takıma geçmeliyim kim bilir. Gerçi ben takım değiştirmeyi reddetsem de bu hümanizmanın kör bir ozanın anlatısı olduğu ve yüzyıllardır süregeldiği yadsınamaz.
Rimbaud şiirlerinde dil bana hiçbir şeyin var olmadığı, her sesin birbirini bularak boşlukta bir rengi canlandırdığı “dilin sıfır noktası”ndan ziyade günlük konuşma dilinin daha önce hiç kullanılmamış versiyonlarına atıflar, alışılmadık bağdaştırmaları arayan, insanı şaşırtan bir dil gibi gelir. Bu durumun çok büyük oranda çeviri şiir okumaktan geldiğini düşünüyorum. Her kelimenin durduğu yerin bile şiirin tümünü sarsabilecek yapıda olduğu bu şiirleri çevirirken kafiyeleri korumaya çalışma gayesini de anlamıyorum. Bu, şiiri kafiyeye indirgemiş bir görüşün çevirisidir diye geçiyor içimden… ama Kötülük Çiçekleri’ni harika çevirdiği kabul edilen Erdoğan Alkan’a da böyle bir saygısızlık yapmak istemiyorum, yine de burada bir gariplik olduğu açık, neyse. Zaten sezdiğim durum gerçekten böyle olsa bile -Rimbaud’nun dilinden bahsediyorum- bu dilin sıfır noktasına giden yolun kendisidir.
Zengin bir hayal gücü kucaklıyor sizi Rimbaud’nun dizelerinde. Okuyucunun zihninde türlü mekanlar ve zamanlar ile zincirlenmiş nesneleri kullanmak konusunda harikalar yaratıyor. Yine aynı ruh halini yakalamak için kokuları, renkleri kullanıyor. Ormanlar, gökler, yıldızlar, gezegenler, tanrılar, inançlar, tepeler, şehirler, çağlar… insanlık tarafından tecrübe edilmiş her duygu, her mekan, her ayrı yaşam ve deneyim sanki bu şiirlerin içinde var gibi. Bu deneyimlerin yalnızca güzel tarafları, güzel kokuları değil ahlaksızlıkları, günahları da var Rimbaud şiirinde. Ancak bu kötü yanların, hatta vahşetin bile acıklı bir tarafı yok. Mavi gökler, mevsimler nasıl bir anlığına geçiyorsa gözünüzün önündeki vahşet de öyle bir anlığına görünüp kayboluyor.
Si les temps revenaient, les temps qui sont venus !
- Car l'Homme a fini ! l'Homme a joué tous les rôles !
Au grand jour, fatigué de briser des idoles,
Geçmiş çağlar yeniden gelebilse bir daha!
-Çünkü görevlerini bitirdi artık İnsan,
Yorgun düştü putları kırıp parçalamaktan!





Yorumlar